İnsanoğlu doğada kendisinin farkında ve yaşadığının da bilincinde olan tek canlı türüdür. Beyinsel kapasitenin inanılmaz büyüklüğü ve sınırsızlığı içinde, geniş bir yelpazede duygu ve düşünce üretebilmesi, insanın hayvanlardan ayrılan en büyük özelliği olmuştur. İnsanoğlunun beyinsel yeteneklerle bu denli cömertçe donatılmış olması ona birçok avantaj sağlamakla birlikte dezavantajları da beraberinde getirmiştir.
Yüksek beyinsel yetenek, söylemeye gerek yok, teknolojik devrimle doğanın inanılmaz dönüşümünü sağlamış, sağlamaya da devam etmekte. Bunun sonucu, insan egemenliğinde bir dünya uygarlığı olmuştur. Madde ve enerjiyi kendi yararına çevirecek en gelişmiş teknolojileri üretmeyi başaran insanoğlu, ne yazık ki hiçbir hayvan cinsinin düşünemeyeceği sistemli işkence, katliam ve soykırımları da yapabilmiştir.
Aynı beyinsel özellik, bilincinin ve ölümlülüğünün farkında oluşla birlikte insanın yalnızlığını duyumsamasına neden olmuş, korku, kaygı, acı, üzüntü gibi duyguları da diğer canlılara göre çok daha derin yaşamasının yolunu açmıştır. İnsan korkuları içinde en temel olanı bazen bilinçli, bazen de bilinçsiz yaşanan ölüm korkusudur. Bu, aslında yalnızlık ve yok olma korkusudur. İnsan varolduğu müddetçe de varolacaktır. Böylesine derin bir korkuyla sürekli yaşamanın dayanılmaz ağırlığı nedeniyle, buna karşı düşünsel ve törensel önlemlerin geliştirilmesi de o denli tabiidir. İlk çağlarda gökyüzüne duyulan ilgi, güneşe tapınma, yağmur, şimşek, yıldırım gibi doğa olaylarına karşı geliştirilen törensel yaklaşımlar, hep güçlü olandan korkma ve bilinmeyene sığınmanın izlerini taşır. Bilimin ilerlemesi ile bilinmeyenin bilinir hale gelmesi bu korkuları ortadan kaldırmış olabilir. Ancak yaşamla ilgili sırlar tamamen çözülmediği ve belki de çözülemeyeceği ve ölüm tüm zamanların gerçeği olarak kalacağı için hep korkularımız olacak ve biz de her zaman bunun için önlemler geliştireceğiz.
Bugün yeryüzündeki dinler, ister tek Tanrılı olsun, isterse Uzakdoğu’nun Hinduizm ve Budizm inanç sistemleri olsun bir şekilde insanın ebedi olduğunu söylemektedir. Uzakdoğu dinlerinde ölen kişinin bedeninin bir şekilde evrene karışarak diğer bedenlerde vücut bulduğu anlatılmakta, tek Tanrılı dinler ise yaşamın öte dünyada devam edeceğini bildirmektedir. Bunlar hep ölümsüzlüğü ifade eden, insanoğlunun yalnızlık ve yok olma korkusundan kurtulmasını sağlayan inançlardır.
Dinler, bir anlamda, en temel bilinmeyenler, evrensel sırlar ve ölümle ilgili inanç sistemleridir. İnanmanın yalnızca dinsel olması da gerekmez. Şöyle bir etrafınıza bakın, kendinizi gözleyin. Hep bir şeyler hakkında irili, ufaklı kanılar, düşünceler üretir, bir şeylere bağlanır, bazen onlara sıkı sıkıya sarılırız. Kendimizi rahatlatmak için geliştirdiğimiz sayısız formülümüz vardır. Bazı insanların tamamen din dışı bir konuda ‘saçma olduğunu biliyorum, ama inanıyorum’ dediğini bile duymuşsunuzdur. Bilinenler arttıkça, bu tür yaklaşımların azaldığını, ama hiçbir zaman tamamen kaybolmadığını görüyoruz.
Bilinmeyen oldukça, yaşamın gizemi devam ettikçe, evrenin sırları tüm yönleriyle çözülmedikçe farklı kulvarlarda yol almak üzere bilim ile birlikte inanç da, kanı da olacaktır. Çünkü inanmak bilinmeyen karşısında duygusal ve düşünsel tavır geliştirmek demektir. Beyinsel, doğal bir faaliyettir. Kuşku, akıl yürütme, analitik düşünce, ispat arzusu nasıl insani faaliyetlerse, inanma, bağlanma isteği, tutku ve aşk da o denli insanidir.
Ölüm korkusu ve yalnızlığı yenme arzusu; ölümsüzlük isteği ve Tanrı duygusunu da beraberinde getirir. Konu ölüm, evrenin sırları gibi bilinmeyenler olunca bunun karşısında alınacak tavır da kişisel olacaktır. Yani bilinmeyen karşısında duyulan objektif değil, subjektif olmak zorundadır.
Aynı dine inananların bile dini farklı yorumlamaları çok doğaldır. Ne kadar beyin varsa o kadar da farklı algı ve hissediş biçimi vardır. Dolayısıyla tüm insanları, toplumları aynı inanç ve dinsel yorumlar altında tutmak insani ve etik değildir. O yüzden tüm toplumu bağlayan, inanca dayalı bir hukuk ve eğitim sistemi, ekonomik sistem olamaz, olmamalıdır. Bunun için Tanrı ile kişi arasına girilmemesi, herkesin duygusunu, inancını kendi sınırları içinde yaşaması gerekir. Bu, tüm topluma uygulanabilme pratiği olan, hem de bireyin gereksinimlerini giderebilecek en akılcı yoldur. Bu nedenle de insan doğasına en uygun olduğu gibi demokratik ve ahlâkidir.