Ben naif bir çocuktum. Meraklı, sürekli soran, çelişkileri görüp çıkmazlara giren, kendince çözümler bulmaya çalışan, bazen de çözümsüzlüğün girdabında kendini yeisler içinde bulan bir çocuk. Sonra gerçeği bulma çabasıyla geçen gençlik yılları. Bir yanda ülkedeki kaotik toplumsal ortam, bir yanda çocukluktan miras kalan arayıcı ruh hali. İrili ufaklı sorular, biçim değiştirse de üniversite yıllarında da sürdü. Türkiye içinde bulunduğu ekonomik durumdan nasıl çıkabilir? Ülke nereye gidiyor?
Varoluşsal sorular da peşimizi bırakmadı. Biz neden varız? Niye yokluk değil de varlık var? Sonu gelmeyen tartışmalar her zaman çelişkileri çözmese, sonuca ulaştırmasa da entelektüel dünyamızı geliştirdi. Hayatın sürgiti içinde zaman zaman yatışsa da sorular ve sorunlar hiç bitmedi. Biz yazılı olana inanırdık. Çok değerliydi bizim için yazıya dökülmüş fikir, basılmış bir kitap. Büyük emek ürünüydü, boşuna yazılmazdı. Bu nedenle sürekli okuduk. Sonra da konuştuk, tartıştık; ateşli savunuculardık.
Yıllar geçiyor ama hep bir şeyler eksik kalıyordu. Ne yapar da eksikliği giderebilirim umuduyla arayışlara girdim. Bu da beni felsefeye götürdü. İnsan düşüncesini sistemli bir şekilde öğrenmek için felsefe okumaya karar vermiştim. Ancak okul bittiğinde bende kalan, hayal kırıklığı idi. Çünkü filozofların hayata anlam verme çabasının subjektif olduğunu, üstelik bu arayışın bitmediğini görmüştüm. Yakın bir gelecekte de bitecek gibi görünmüyordu.
Tarih boyunca felsefeciler kimi zaman dinsel inanışların etkisi altında, kimi zaman da daha seküler düşüncelerle geliştirdikleri kuramlarda bizlere hayatın ne olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Bunu yaparken de çoğunlukla geliştirdikleri kuramları fanatikçe savunuyor, düşüncelerini tek gerçek gibi önce kendilerine sonra da bize inandırmak istiyorlardı. Oysaki bir düşünce doğru olsaydı hemen arkasından başka biri farklı bir hipotezle ortaya çıkmaz, kitabın yazarı da bu fikirler arasında gezinerek, her filozoftan bir parça alıntılayarak biz öğrencilere fikirlerin güçlü ve zayıf yanlarını açıklamaya çalışmazdı. Örneğin ilkçağ filozoflarından Thales doğanın temelinin su olduğunu düşünürken, Anaksimenes havayı, Empedokles toprak, su, hava ve ateşin dördünü birden temel element olarak kabul etmişti. Soyut kavramları öne çıkaran Pythagaros geometrik sayı ve nesnelerin, Demokritos ise atoma denilen parçacıkların doğanın temeli olduğunu söylemişti. Bunların neye ve hangi gözlemelere göre temel parçacıklar olduğu en azından benim için belirsizdi. İlkçağda bilimin geldiği düzeyi düşündüğümüzde bir an için bu varsayımları mazur gördüğümüzü düşünelim ama yakın zaman felseficilerinden Sartre, Heideger, Kierkegaard ya da Nietzche’nin varoluşla ilgili temel aldığı kavramlar da birbirine benzemiyordu. Ancak bu filozoflar savunduklarını tek doğruymuş gibi inatla sürdürüyorlardı.
Kurmaca yapıtlarda kahramanlarınıza istediğinizi söyletebilirsiniz. Sonuçta söylenen yalnızca roman ya da öykü kişisini bağlar, ancak tarihe geçecek ve gerçek olduğunu kabul ettiğimiz söylemlerimizde bunu yapmaya hakkımız olmadığını düşünüyorum. Bilimin bile zaman içinde kendini yanlışlayabildiği belirsizlik dünyasında, kendi okuduklarınız, gördükleriniz ve deneyimlerinizle –ki bu filozoflar için de geçerlidir- doğayı ne kadar kavrayabilirsiniz? Suyun içinde yüzen ve yalnızca sudakileri gören akvaryum balıkları gibi, biz insanlar da suyun dışında ne olduğunu bilmeden kendi dar bakış açımızla hayatı anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Daha entelektüel düzeyde olsa da filozofların da yaptığı bu. Daha önce başka bir yazımda söylediğim gibi en azından şimdiki bilgilerimizle hayatın tek başına bir anlamı yok; hayatın anlamı bizim ona verdiğimiz anlamdır. Hayata verdiğimiz anlamı, hayatın tek anlamı gibi sunmak doğru değildir.
Tarihe mal olmuş filozoflar bile anlam arayışında birbirlerini yanlışlayacak saptamalara ulaşmışlarsa sıradan insanların inançları uğruna neler yapabileceklerini varın siz düşünün. Oysa kolayca karar verememek, bir arayış içinde olmak sanıldığı gibi hep de kötü bir şey değildir. Başka insanları dinlemeyi, onlara saygılı olmayı ve son tahlilde ilişkilerde demokrasiyi getirir.
Gençliğimizde yazılı olana saygı duyan, kayıtsızca inanan bizler bir yandan değişen dünya, bir yandan da olgunluk yaşımızın verdiği bakışla her şeye daha kuşkuyla bakar olduk. Artık değil sıradan bir kitabı, bilimsel metinleri bile eleştirmeden okuyamıyoruz. Benim felsefede geçirdiğim dört yıl bu düşüncelerimi pekiştiren yararlı bir deneyim oldu.