Alışkanlıklarımızın Tutsağı mıyız?

Yurtdışındayken bir Amerikalı arkadaşın tuz ile karpuzu birlikte yediğini görüp hayretler içinde kalmıştım. Kendisine neden tatlıyla tuzu karıştırdığını sorduğumda “O kadar güzel oluyor ki istersen bir dene” demişti. Bunu Türk arkadaşlara söylediğimde “Hiç olacak iş değil, bu Amerikalılar’da yeme zevki zaten gelişmemiştir, doğru dürüst bir yeme kültürü yoktur” yanıtını almıştım. Kimsenin de deneme amacıyla bile olsa karpuzu tuza batırarak yeme gibi bir niyeti yoktu. Kendi kendime düşündüm, tatlıyla tuzluyu karıştırmak ne kadar doğru? Sonra bizim yeme kültürümüzde de tatlıyla tuzlunun karıştığı birçok yiyecek aklıma geldi. Karpuzu tuzla yemiyorduk ama beyaz peynirle çok da güzel gidiyordu. Keza beyaz peynirle üzüm de biribirine çok yakışıyordu. Etle şekerin birlikte yendiği tavuk göğsü bir bakıma tuzluyla tatlının karışımı değil miydi? Keza peynirli kek ya da tatlı içeceklerle birlikte yenen tuzlu hamurlu yiyecekler de çoğumuzun damak tadına pekâlâ uygundu.

Bir keresinde de bir arkadaşım “en lezzetli yemekler annemin yemekleri” demişti de bir diğer dost yavaşça kulağıma eğilip “annesinin yemeklerini biliyorum, hiç de güzel değil” diye fısıldamıştı.

Peki neden Amerikalı dostun yeme davranışını bu kadar yadırgayıp küçümsemiştik? Annesinin yemekleri arkadaşıma çok hoş geldiği halde bir başka kişiye niye aynı tadı vermemişti? Bence bunun tek yanıtı var: Çocukluktan beri edinilen alışkanlığımızın etkisinde kalmak, yorumlarımızı bu etki altında yapmak. Yani alışkanlığımızın tutsağı olmak.

Yeme konusunda önyargılı olmanın kimseye pek bir zararı yok. İstediğinizi istediğiniz ile karıştırıp yiyebilirsiniz. Ama her konuda aynı şeyi söylemek mümkün değil. Özellikle düşünsel alışkanlıklarımızda. Örneğin çocukluktan beri annemizden, babamızdan görüp öğrendiğimiz, kendimize malettiğimiz etnik ve dinsel inançların bazen saplantıya varır ölçüde savunulması büyük felaketlere yol açabilir. Nitekim açıyor da.

Aslına bakarsanız tüm davranışlarımız, yaşam ve düşünüş biçimimiz doğduktan sonra belki de daha önceden başlayarak verilen uyaranların genetiğimiz, yaşadığımız zaman ve coğrafyayla yoğrulması, ilmek ilmek örülmesi sonucu oluşuyor.

Yani tüm alışkanlıklar için tutsaklık demek insanoğluna haksızlık olur. İnsan denen yaratık bir anlamda alışkanlıklar edinen ve bunları idame ettiren canlı değil midir? İnsan sözü de ünsiyetten yani bir anlamıyla alışkanlıktan gelmiyor mu?

Karakter de böyle oluşuyor. İnsanlar genetik olarak bazı karakterlere (saldırgan, savunmacı, dışa dönük, içine kapanık gibi) daha eğilimli olabilirler ama bunların kişiye özel bir şekilde ortaya çıkışı, anne babanın çocuk üzerindeki etkisi ve yakın çevresi ile doğrudan ilişkili.

Alın size çok temel bir eğitim konusu, anadil öğrenimi. Dünyada 6000’e yakın dil var ama biz yalnızca bir ya da bilemediniz birkaç dili konuşuyoruz özellikle de anadilimizi. Tabii anadil öğrenimi, hele onu güzel bir biçimde kullanabilmek alışkanlık oluşturmanın insana özgü olumlu bir yanı. Böylelikle önümüzü görerek yol alıyor, Amerika’yı yeniden keşfetmek zorunda kalmıyoruz.

Gelenekler de aldığımız eğitim ve yaşadığımız çevreyle etkileşim sonucu içselleştirilerek oluşuyor. Zaman zaman toplumsal hayatı ve birlikte yaşamayı kolaylaştıran bir faktör olarak çalışsa da geleneklerin her zaman tek doğru’lar olduğunu söyleyemeyiz. Öyle olsaydı tüm dünyada geçerli olurdu. Ona da bilimsel gerçeklik derdik.

Toplumsal hayatın birçok alanında, çocukluktan beri süregelen alışkanlıklar sonucunda yerleşmiş rasyonel olmayan düşüncelerin izine rastlamak mümkün. Belli davranışları, düşünce kalıplarını öğreniyor sonra aynı perspektif içinde kendi davranışlarımızı ve düşüncelerimizi tek doğru ya da en doğru gerçeklermiş gibi sunuyoruz. Bu alışkanlığı kırmanın yolu kendi bakışımızın tek doğru olmadığını öğrenmek, başka kültürlere ve insanlara saygılı olmaktır.

Örneğin günümüz koalisyon tartışmalarını düşünün. Koalisyonların ekonomik gelişmeyi yavaşlattığı tek doğruymuş gibi sunulabiliyor. Oysa Almanya ikinci dünya savaşından sonra hep koalisyonlarla yönetilerek Avrupa’nın süper gücü olabilmiştir. Demek ki koalisyonların ya da tek parti iktidarının ekonomi üzerindeki etkisi bizim işbirliğine ve uzlaşmaya bakışımızla yakından ilgili. Koalisyonları karalamaktansa Almanya örneğindeki gibi bir uzlaşma kültürünün oluşumuna imkan verilse belki de tek parti iktidarından çok daha iyi olacak. Otoriterleşmeye karşı bir emniyet supabı gibi çalışabilecek.

İnsanımıza kazandırılması gereken en önemli alışkanlıklar arasında, objektif olabilmek, karşısındakine empati yapabilmek, kendi duygu ve davranışlarını sorgulamak olmalıdır.

Ne yapıp edip çocuklarımıza, gençlerimize bu türden iyi alışkanlıklar kazandırmanın yolunu bulmalıyız. Bu da eğitim sistemimizin masaya yatırılıp tümden yenilenmesiyle gerçekleştirilebilecek zor ama uzun bir süreci gerektirmektedir. Burada iyi alışkanlıkların neler olduğu konusunda her zaman anlaşmak mümkün değilse de asgari müştereklerde birleşerek işe başlanabilir.

48535 Tüm Zamanlar 3 Bugün

1 Yorum Onaylanmış “Alışkanlıklarımızın Tutsağı mıyız?”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir