Gelişmeyi sağlayan en temel etmen ne diye sorarsanız, ben yaratıcılık derim. İster kişisel, isterse toplumsal anlamda olsun ilerleme yaratıcılığa dayanır. Yeni bir şey ortaya koymalı ki bir farklılık ve değişim olsun, artı değer yaratılsın. Ancak toplumsal hayatımızda yaratıcılığın pek de prim yapmadığını görüyoruz. Örneğin ekonomiyi ele alın; üretim yapmadan, bir takım manipülasyonlarla, paylaşım ve rant oyunlarıyla kazanç elde etme arzusu pek revaçta.
Yaratıcılık derken mutlaka büyük keşifler yapmak, icatlara imza atmak gerekmiyor. Yaratıcılık hayatın hemen her alanında ortaya konabilecek, sıra dışı düşünce biçimi. Başlangıçta belki pek kolay ortaya konamayan, ama beyni bu yönde eğitmeye başladığınızda insana büyük ufuklar açacak ve kişiye mutluluk verecek bir yaşantı. Hem kişinin ruhunu ve gönlünü zenginleştiren, hem de toplumsal dinamizmi ve çeşitliliği sağlayan belki de en temel güç.
Bir toplumda yaratıcılık kendiliğinden gelişmez. Hatta doğası itibarıyla toplumlar sahip oldukları değer ve düşünceleri sürdürmeye daha yatkındır bile denebilir. Yani değişim her zaman kolay sağlanamaz. Hele bizdeki gibi otoriter aile yapısı ve eğitim sistemi, yaratıcılığı yok eden en temel etmenlerdir.
Yaratıcılığın sağlanabilmesi toplumsal koşulların oluşturulmasına bağlıdır. Bunun için ilköğretimden başlayarak eğitim sisteminin yeniden düzenlenmesine ihtiyaç vardır. Bu da çocukları ezberci eğitimden kurtaran, düşünce biçimini yaratıcı doğrultuda değiştiren programları gerektirir.
Toplumda yaratıcılığın öldürüldüğü, neredeyse suç olarak kabul edildiği alan; lidere boyun eğmenin en derin yaşandığı, aşırı muhafazakâr kesimde ortaya çıkan, ruhani-dinsel gelenek ve görgüden de etkilenerek kendine yer bulan biat kültürü. Burada lidere boyun eğme, dediklerini kutsal kabul etme, onun varlığıyla varlık bulma en temel özellikler. Bu da güce biat edenin hayatını bir şekilde kolaylaştırıp kendisini güvende hissetmesini sağlıyor; ancak güçlünün, güçsüze hâkimiyeti de tüm varlığıyla sürüyor. Buradaki güç kavramı fiziksel anlamda değil, beyinsel güç ve zekâyı içermekte. Ruhani-dinsel öğreti hayata bakışında doğa ve toplumla uyum ve denge içinde yaşamayı öneren, akıntıya karşı direnmenin rasyonel olmadığını anlatan öğütlerle doludur. Toplum liderlerine bakışı ve biat da bunun uzantısı olarak düşünülebilir. Mutluluk için bu uyumun şart olduğu, doğaya ve güce boyun eğmenin esas olduğu anlatılır.
Kişinin mutluluğu için çevresiyle, toplum ve doğayla uyum içinde olması tabii ki arzu edilen bir durum. Psikoloji ve psikiyatri bilimi de böyle söylüyor. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir özellik var. Denge, uyum her zaman bir değişimin sonucudur. Değişimler, dönüşümler olmasaydı denge ve uyum gibi kavramlar da olmazdı. Doğayla mücadele, toplumsal hayatı kolaylaştırma çabası, teknolojik gelişme, başlangıçta hep uyumla sorunu olan yaklaşımların sonucu değil mi? Bu noktada şüphe etme, sorgulama, başkaldırı ve değiştirme de hayatın bir başka yönü olarak karşımıza çıkıyor. Bir hocanın, gurunun peşinden gitmek, onun samimiyetine güvenmek müridi rahatlatan bir ruh hali sağlıyor belki; ama bunun gözü kapalı, çelişkisiz sürdürülmesi ne kadar rasyonel? Günümüzde bu ilişki, gücün kitlelere karşı bencilce kullanımı olarak tezahür edebiliyor.
Oysaki onay ve kabullenme ile birlikte sorgulama ve başkaldırı bir akış içinde birbirini tamamlayan unsurlar olarak hayatta kendilerine yer bulmak zorunda. Sonunda hep arzulanan, denge ve uyum olsa bile oraya giden yol o denli pürüzsüz değil. Başkaldırının bizatihi kendisi bir amaç olmasa bile kimi zaman kaçınılmaz bir araç olabiliyor. Değiştirme, dönüştürme, yeniden denge ve uyum. Bu bir evrensel döngü. Doğal olan, doğaya uygun olan da bu.
İnsanların, hayatın karmaşıklığının son derece arttığı günümüzde her konuda bilgi ve görüş sahibi olması mümkün değil. İşte bu noktada liderlere ihtiyaç var. Bir konuda daha bilgili ve donanımlı kişilerin, sınırları o konuyla belirlenmiş bir alanda grubu bilgilendirmesi, yönlendirmesi ve onlara önderlik yapması tabii ki her zaman için ihtiyaç duyulan bir özellik. Liderlik bu anlamda kullanılacaksa bunun eleştirilecek bir yanı yok. Ancak insandaki yaratıcılığı yok ederek onu sürünün bir parçası durumuna getirecek otoriter bir yapının savunulacak bir yanı yok.
Modern yaşamın kişisel gelişime öncülük eden öğeleri de liderliği dillerinden düşürmüyorlar. Varsa yoksa bir liderliktir gidiyor. Sanki söylenmek istenen ‘başkasının lideri olamıyorsanız kendi lideriniz olun. Kendi iç yolculuğunuzda dizginleri elde tutun ve liderliğin keyfini çıkarın!’ Oysa kendi kendinizin lideri olmak yerine yaratıcı, özerk, ruh sağlığı yerinde bireyler değil mi arzu ettiğimiz? Liderlik gibi toplumsal bir özelliği, kişisel gelişimin en önemli kavramı olarak yüceltmek, hep hükmeden birilerini arayan ruh halinin yansıması değil mi?
Kişisel ve toplumsal gelişme, tabuların yıkılmasını gerektirir. Freud’un dediği gibi ‘insandan çıkan hiçbir fikir bize yabancı değil.’ Daha doğrusu böyle olmalı. Her düşünceyi her zaman kabul etmek zorunda değiliz. Ancak insan ürünü olduğunu bilmeli ve tartışabilmeliyiz. Siyasal demokrasi tartışmalarında konunun özünü unutuyor, teknik konular içinde kayboluyoruz; seçimler şöyle olmalı, meclis böyle seçmeli vb. Tabii bunlar da gerekli ama özünde demokrasi düşüncenin toplumda güvenli ve rahatça dolaşabilmesi için olmalıdır. Gerçek demokrasi de zaten zihinlerde tabuların yıkılması değil midir?
Beyin fırtınalarına izin veren grup çalışmaları yaratıcılığın en sık görüldüğü ortamlar olmuştur. Çeşitli fikirlerin korkmadan, çekinmeden rahatça dillendirilmesi ortaya çıkan yaratıcı fikir sayısını artırmıştır. Bu şu anlama geliyor: Yaratıcılığa en açık toplumlar, en demokrat olanlardır. Yaratıcılığa izin verdikleri için de aynı zamanda en gelişmiş toplumlardır onlar.