Gençliğimde okuduğum bir kitabı hâlâ anımsarım: Çağdaş Psikolojinin Olağanüstü Başarıları. Sanırım bir Fransız yazara aitti. Dengeli olmanın öneminden söz ediyordu. O zamanlar dengeli olma meselesini anlamakla birlikte bunun neden bu denli önemli olduğunu hissedememiştim. Dengeli olmanın tam da yerine oturmadığı olgular vardı. Bunlar kafamı çok meşgul etmişti. Dengeli olmak güzel çağrışımlar uyandırıyordu ama bunun her zaman mümkün olmadığını hatta bazen de dengesizliğin hayatın gereği olduğunu düşünürdüm. Örneğin hep dengeli olursak toplumsal hareketleri, devrimleri nereye oturtacaktık? Bunlar apaçık dengesizlik durumu değil miydi? Haksızlıklar karşısında öfkelenmemek elde miydi? Dengeli olmak adına sakin kalmak ne ölçüde doğruydu?
Şimdi biraz daha farklı düşünüyorum. Kişinin hayatında, toplumda dönüşümler olabilir. Bunlar tabii ki dengeyi bozan etmenlerdir ama kalıcı olamazlar. İnsan ya da toplum hayatı bu tür dengesizlikler temelinde sürdürülemez, sonunda yine bir dengeye ihtiyaç duyulur.
Peki dengeli olmaya neden bu denli vurgu yapılıyordu? Şimdi düşünüyorum da bunun en önemli nedeni insanın duygularının olması ve duyguların da nereye kadar gideceğinin bilinmemesiydi.
Duygular sürekli değişim içindedir. Aşkın nefrete, sevginin şiddete, hayranlığın tiksintiye, iğrenmeye, övgünün yergiye dönüştüğünü hemen herkes bilir. Açken güzel bir yemek kokusu çok cazipken, doyduğumuzda, hele bir de tıka basa yemişsek aynı yiyeceğin tiksinti verdiğini birçok kişi deneyimlemiştir. Âşıkken gözü sevdiğinden başka kimseyi görmeyen insan ayrılık çatınca nasıl da bu kişiyi sevmişim diye kendine hayıflanır. Bu tür çelişkiler pek de nadir örnekler değil. Bir televizyon reklamını anımsıyorum. Açken sen, sen değilsin diyordu. Yani duygulara güven olmaz; bunun içindir ki insan çok da güvenilir bir yaratık değildir.
Duyguların yaşamak için gerekli olduğu, düşünceleri oluşturduğu, insanın ve toplumların ayakta kalabilmesi için zorunlu olduğu söylenir. Bu doğrudur. Açlığımızı hissedelim ki beslenelim ve hayatta kalalım. Karşı cinsi cazip bulalım ki birlikte olalım, çocuğumuz olsun, nesilleri sürdürelim. Ancak bunlar genel yorumlar. Öyle ki ihtiyacımız olmadan da yiyoruz, her ilişki de çocuk yapmak için olmuyor.
İnsanın duyguları çok geniş bir yelpazede ortaya çıkıyor ve her zaman da bir rasyonelinin olması gerekmiyor. Yaşamak için duygular gerekli ama bunların kontrolsüz ve dengesiz kullanıldığı durumlar belki de ihtiyaç duyduğumuzdan çok daha fazla. Gençliğimde okuduğum kitabın anlatmak istediği buydu. Daha doğrusu şimdi anladığım bu. Duygular milyonlarca yıllık evrimleşme sürecinde bize miras kalmış genetik özellikler ve çok değişkenler. O yüzden kitap akıldan söz ediyor, dengenin önemini anlatıyordu.
Bir psikiyatristten duymuştum. Ruhsal yönden kime ne zaman ne olacağı belli değil demişti. Bugün sağlıklı görünen bir kişi yarın ruhsal dengesini kaybedebilir. Ben onu şöyle yorumlamıştım. Beynimiz ve sinir sistemimiz ruhumuzu belirleyen organımız. Nasıl diğer organlarımız kronik süreç içinde ya da aniden günün birinde hastalanabiliyorsa, beynimiz ve sinir sistemimiz de bozulabilir, dengemizi kaybedebiliriz. Kaldı ki normal ile anormal arasındaki fark da o denli keskin sınırlarla ortaya çıkmıyor.
Şunu psikiyatriden biliyoruz: İnsanları belli bir süre, örneğin bir hafta, on gün tüm uyaranlardan mahrum bıraktığımızda, örneğin karanlıkta, tek başına bir hücreye kapattığımızda hemen herkes hallüsinasyonlar görmeye başlıyor, bir anlamda şizofren oluyor. Yani ruhsal dengemiz hayata bir pamuk ipliğiyle bağlı, yedi, on gün uzaklıkta.
İnsan arafta bir yaratıktır. Farklı yönlere savrulması işten bile değildir. Öyle olmasaydı tarih boyunca bu denli çok cinayet, taciz, savaş ve kaos olur muydu? Bir anlamda sistematik fikirlerin, sosyal teorilerin, felsefi ve psikolojik akımların tüm bu karmaşayı dengelemek için ortaya atıldığını söyleyebiliriz. Duygulardaki dengesizliği giderecek etken yine insandadır, o da akıldır. Yasalar ve anayasaların çıkışına bir de bu pencereden bakmak gerekir diye düşünüyorum. Yalnızca kurallar da yetmez. Dengeli, rasyonel bireylerin oluşumunu sağlayacak eğitim ve yöntemlerin insanlara ulaştırılması gerekir.
Görünür bir gelecekte insanın yapısal özelliğinin değişeceğini sanmıyorum. Bu nedenle televizyonda, radyoda, gazetede öfkeyle, kızgınlıkla, hatta bazen sevinçle yapılan çıkışları düşünce süzgecinden geçirmeden edemiyorum. Fikrimce haklı bulduğum bazı heyecanlı düşünceleri onaylamakla birlikte bir yığın duygu yüklü anlatımı kabul etmekte zorlanıyorum.