Türkiye’nin sosyal ve siyasal düzeninde değişim yaşandığında hemen herkes mutabık. AKP’nin iktidara gelmesiyle başlayan, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla devam eden süreçte Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyaset üzerindeki etkinliğinin sonlandırılmakta olduğu apaçık ortada.
Demokratik bir ülkede tıpkı Avrupa Birliği’nde olduğu gibi silahlı güçlerin sivil otoritenin emrinde olması beklenir. Türk siyasal yaşamı, tarihinden gelen nedenlerle ordunun etkin rolü altında kalmış ve askeri müdahalelerle zaman zaman kesintiye uğramıştır.
Türkiye’de sosyal demokratlar dinsel dogma korkusu nedeniyle laikliğe ödünsüz sahip çıkmıştır. Çünkü laiklik yalnızca teorik, anayasal bir kavram değil, insanların yaşam biçimini doğrudan ilgilendiren, bunu güvence altına alan, özgür yaşam için olmazsa olmaz bir yaklaşım biçimidir. Türk aydın ve sosyal demokratlarının belki de günümüz Avrupa sosyal demokratlarından farklılaştığı en temel tutum, laiklik konusundaki duyarlılığı olmuştur. Bu duyarlılıktaki farklılığın en önemli nedeni, Avrupa’nın yüzyıllar öncesinden sağladığı seküler yaşam biçiminin Türkiye’de Cumhuriyet’le birlikte yeni yeni hayata geçirilmeye başlanmış olmasıdır.
Sosyal demokratlar yaşam biçimlerinin değiştirileceği korkusuyla, kendisiyle aynı yaşam biçimini savunan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyasetteki güçlü konumuna istisnalar olmakla birlikte sıcak bakmıştır. 12 Mart döneminde Bülent Ecevit’in muhtıraya karşı çıkışı, 12 Eylül’de yine bazı mevzii itirazlar bu gerçeği değiştirmez. Keza 28 Şubat ve 27 Nisan kararlarına karşı yapılan çıkışlar da cılız kalmış ve biçimsel olmuştur.
Düne kadar Silahlı Kuvvetler’in siyasal yaşam üzerindeki etkinliği yalnızca kendi başına verdiği bir karar değil, âdeta toplumun büyük çoğunluğu tarafından benimsenen bir olguydu. Asker millet sözü, bu toplumun severek kabullendiği bir deyiştir. Ancak askeri müdahaleler ülkede demokrasinin kendi doğallığı içinde gelişimini engellemiş, sivil güçlerin demokratik olgunluğa ulaşmasını geciktirmiştir. Demokratik şeffaflığın gelişmemiş olması da, Güney Doğu’daki düşük yoğunluklu savaşın da etkisiyle illegal örgütlenmelere zemin hazırlamıştır. Yüzlerce faili meçhul cinayete katkıda bulunan nedenlerden biri de budur.
AKP’nin iktidara gelmesinden itibaren Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tedirginliğini anlamak mümkün. Dolayısıyla Silahlı Kuvvetler’in darbe düşüncesine sahip unsurları içinde barındırmış olması şaşırtıcı değildir.
Toplumun çoğunluğu gibi düşünüyor diye bir parti demokratik olmaz. Bu durumda zaten demokrat görünmek için fazla bir çabaya gerek yoktur. Önemli olan, kendi gibi düşünmeyen insanlara, azınlık gruplara nasıl bakıldığıdır. Şoke edici fikirlere yaklaşım tarzımızdır demokratlığı belirleyen. Örneğin AKP eşcinsel hakları için ne düşünmektedir? Evlilik dışı birlikteliklerin özel yaşam kabul edilmediğini de seçim sürecinde öğrenmiş olduk. Sonuçta AKP gelmiş olduğu Milli görüş orijini ve yöneticilerinin dünya görüşü bakımından demokratik geleneğe sahip bir parti değildir.
AKP’nin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyasetteki etkinliğine karşı oluşu demokrasiye olan inancından değil, kendisinde tehdit algısı oluşturmasındandır. Bu durum AKP’yi hiç de hak etmediği biçimde demokrasiyi savunuyormuş gibi göstermektedir. Müdahalelere can havliyle karşı çıkan AKP ister istemez demokratik kulvardaymış gibi görünmektedir. İtalya, İspanya gibi ülkelerde gladyoya karşı çıkan unsurlar laik, demokratik güçler olmuşken, ne ilginçtir ki Türkiye’de bu mücadelenin içinde görünen unsur, orijini dinsel temellere dayanan bir parti olmaktadır. Demokrasinin böyle bir parti tarafından savunuluyor gibi görünmesi tam bir paradokstur. Nitekim ordunun etkinliği azaltılırken ortaya konan antidemokratik uygulamalar, polisin ve istihbaratın kullanılış biçimi, telefon dinlemeleri, haklı haksız tutuklamalar, muhalefet partilerine kurulan tuzaklar ve kaset olaylarına yaklaşım biçimi, özel yaşama bakış açısı, amacın demokrasi ve hukuk değil, kendi iktidarı üstündeki tehditin kaldırılması ve iktidarda rahat kalabilmek olduğunu göstermektedir.
Bugün sosyal demokratların üzerine düşen görev, bu paradoksu sonlandırmak ve taşları yerli yerine oturtmak olmalıdır. Günümüz Türkiye’sinde laik yaşam biçiminin sürdürülmesi için orduya ihtiyaç yoktur, sivil toplum bunu sağlayacak güce ulaşmıştır.
AKP’nin iktidar olabilmek için toplumun merkez sağ güçlerini kendi çevresinde toplama ihtiyacı duyması ve Milli görüş söylemini terk etmiş olması da Türkiye’deki demokratik ve laik sivil güçlerin Cumhuriyetin kuruluşundan beri önemli mesafeler aldığını göstermektedir.
Öyleyse bugün sosyal demokratlar ve onların en güçlü örgütü CHP özgürlük ve demokratikleşmede öncü rol üstlenmelidir. CHP başlatmış olduğu değişim çizgisini ve söylemini sürdürmeli, ordunun siyasetteki etkinlik alanının daraltılmasını desteklerken, bu boşluğun emniyet ve istihbarat birimleri içindeki güçler tarafından doldurulmasına da izin vermemelidir. Faili meçhul cinayetlerin aydınlığa çıkarılması için samimi insiyatif koymalı, yeni anayasa için özgürlükçü ve uzlaşıcı bir tavır içinde olmalıdır. CHP, ülkenin Güneydoğusu için anadil konusu da dahil olmak üzere Kürt kökenli yurttaşlarımızı da tatmin edecek politikalar geliştirmeyi sürdürmelidir.