Akciğer kanserinden ameliyat olup iyileştiği halde sigaraya devam etmesi beni çok şaşırtmıştı. Kanserin nedeni yıllarca büyük bir tutkuyla içtiği sigaraydı. Başka alanlarda oldukça mantıklı olan dostum bu konuda zayıf görünüyordu. “Ne iradesiz adam!” diye düşünmüştüm.
Yıllar sonra bir toplantıda insanların sigara alışkanlıkları yönünden birbirlerinden bedensel olarak farklı olduklarını öğrendim. İnsanlar sigarayla ilişkileri açısından dört gruba ayrılıyormuş: Birinci gruptakilerin hücre yapısı sigaraya tamamen ilgisiz olmalarına neden oluyormuş. İkinci gruptakiler sigarayı buldukça içiyor ama özellikle aramıyorlarmış. Üçüncü gruptakiler sigarayı tiryaki olacak derecede seviyorlarmış. Zorlansalar da gerektiğinde bırakabiliyorlarmış. Son gruptakiler ise sigaraya karşı aşırı bağımlılık geliştiriyor, kanser ya da kalp hastası olduklarında bile bırakmakta sorun yaşıyorlarmış.
Bu bilgilerden sonra sigara tiryakisi dostuma karşı daha anlayışlı oldum. Onun biyolojik yapısı birçok insandan farklılık gösteriyordu. Sigarayı bırakabilmesi diğer gruptaki insanlardaki gibi kolay olmuyordu. İradesiz olduğunu söylemek kolaycı bir yaklaşım ve ona karşı bir haksızlıktı.
Yalnız sigara konusunda değil, bizim psikolojik diye geçiştirdiğimiz, ruhsal olduğunu düşündüğümüz birçok alanda insanlar birbirlerinden temeldeki biyolojik nedenlerden dolayı farklılık gösteriyorlar. Örneğin toplumlardaki bazı kişilerin genetik olarak bağlanmaya ve inanmaya daha yatkın olduğu, diğer bazılarının ise şüphe duyma ve soruşturup araştırmaya daha eğilimli olduğu biliniyor. Yine bazı insanlar genetik ve biyolojik nedenlerden dolayı belli konularda daha tutkulu olabiliyor, konuyu daha çok sahipleniyor, daha kolay öğreniyorlar. Diğerleri ise değişik ilgi alanlarında gezinmeyi seviyorlar.
İnsanlarla şempanzelerin genetik yapısı birbirine yüzde 99 benziyormuş. Solucanlarla insan DNA’sı arasındaki benzerlik yüzde 75 imiş. Nereden çıktı diyeceksiniz ama meyve sineği gibi ilgisiz küçücük bir yaratık ile genetik benzerliğimiz bile yüzde 60’a yaklaşıyormuş. Genetik yakınlıklar bu türlerin bizlerden farklı olmadığı anlamına gelmez. Bu, konuya nereden baktığınıza bağlı. Aslında biz insanlar da benzer genetik yapılarımız sonucunda aynı türün bireyleri olsak da biyolojik küçük değişiklikler nedeniyle birbirinden çok ayrı kişiliklere bürünüyoruz.
Belki DNA’daki bir baz değişikliği, belki proteindeki ayrı bir yapı insanları birbirinden farklı yapmaya yetiyor. Yani demem o ki biyolojik farklılıklar bir anlamda ruhlarımızı, duygularımızı, düşüncelerimizi de ayrımlaştırıyor.
Bu durumda değişik düşüncelere saygının ifadesi olan çoğulculuğun insanoğlunun doğası nedeniyle bir zorunluluk ve ihtiyaç olduğu bir kez daha anlaşılıyor. “Ötekiler”le birlikte yaşamanın insanoğlunun kaderi olduğu, toplumda bizden farklı insanların hep olacağı tıp, genetik ve biyoloji bilimi tarafından da bir kez daha hatırlatılıyor.
O zaman toplumlarda hoşgörü ve demokrasi isteğinin, içi boş bir slogan olmadığı, bilimsel temellerinin bulunduğu, bu temelin de insan biyolojisi olduğu ortaya çıkıyor.
Hasta insanlara daha anlayışlı olma eğilimindeyizdir. Oysa hastalık ve sağlık birbirinden her zaman keskin sınırlarla ayırabileceğimiz iki ayrı ruh ya da beden hali değildir. Bir uçtan diğer uca varyasyonlarla giden bir süreçtir. Bu süreci iyi kavrarsak, insanoğlunun birbirinden çok farklı normallikler içinde bulunabileceğini ve hemen herkes için uygun bir iletişim yolu olduğunu anlarız.
Demek ki demokrasi yalnızca sosyal bilimlerin konusu değil, fen bilimlerinin de ilgi alanı içine girebiliyormuş.
İnsanoğlunun demokrasiye katkıda bulunabilecek kendi biyolojisiyle ilgili daha keşfedilmemiş birçok gerçeği olabilir. Bunları ortaya koymak için önünde belki çok zamanı da vardır, ancak günümüz insanları için zaman kısıtlı. Her zaman pozitif bilimlerden yararlanma ihtiyacında olan felsefe ve onun alt dalı siyaset felsefesi de günümüz bilgilerinin ışığında demokrasi, çoğulculuk ve hoşgörüye biraz da bu paradigmayla yaklaşmalıdır.
Fen bilimlerindeki bu bilgilerin topluma yaygınlaştırılmasının bir anlamı olabilir mi? Önemli olan bilgi değil, özümsemedir. Bazıları için bu bilimsel veriler çok anlamsız gelebilir. Tüm bunları öğrenseler de iş pratiğe gelince bildiklerini okuyabilirler.
Bu tıynetteki insan gruplarından biri de antidemokratik yapıda olandır. Hitler örneğinde olduğu gibi toplumlarda her dönemde şiddet yanlısı ve diktatör doğasında insanlar olduğunu biliyoruz. Belki bu insanların genetik yapısı da böyle yazılmıştır. Öyleyse bunların genetikleri böyle diye kaderimize razı mı olacağız?
Toplumlarda “Hitler genetiği”ne sahip sayısız insan olduğu halde her zaman bir Hitler ortaya çıkmıyor. Zira çevresel etkenler (burada herhalde toplumsal koşullar oluyor) genetiğin biçimlenmesinde önemli işlevler görüyor. O zaman toplumlara düşen görev, bu tür antidemokratik doğadaki insanları kendi dar alanları içinde bırakmak ya da enerjilerini olumlu olarak kullanabilecekleri alanlara yönlendirmek, ama asla yönetici ve iktidar yapmamaktır.